Mart Ayında Yapılan Entellikler

Lee Friedlander
   ( np- Ludovico Einaudi ~ Experience)                                                

Merhaba sevgili çoğunu tanımadığım okuyucularım,

Bloguma başlarken tek korkum bir yerden sonra blogu günlük gibi kullanmaktı. Asla ama asla korkularımdan, heyecanlarımdan, günlük hayatımdan bahsetmek istemiyordum. Sadece ben ve okuduklarım, araştırdıklarım olacaktı fakat bu prensibi edinirken gözden kaçırdığım birkaç şey olmuş. Mesela insanın sürekli okumaya, yazmaya, izlemeye isteği olmaması gibi. Sonra da dedim ki kendi kendime burası benim blogumsa eğer -ki öyle- yazmaya değen ya da değmeyen şeylerin sınırını ben çizmeliyim. Yani şu an modum neye izin veriyorsa, ne hissediyorsam onu yazmalıyım. Zaten milyonlara hitap eden, kemik kitlesi olan ve benden her an yazı bekleyen birilerinin mail yağmuruna tuttuğu biri değilim. Hangi ara sahip oldun bu prensibe dedim ve kendimi yazmaya ikna ettim.

Malumunuz garip günlerden geçiyoruz. Bundle’dan gelen her bildirime korkarak bakıyorum, Twitter’da sadece geyik hesapları takip etmeye çalışıyorum. Üniversiteler 80’lerdeki olaylardan sonra hiç bu kadar uzun kapandı mı bilmiyorum ama bence kesinlikle tarihe geçecek uzunlukta bir ara oldu. Ve maalesef ki öznesi biziz. Evlerimize kapandık kaldık. Öyle de yapmalıyız zaten bunda bir problem yok fakat yine de sürecin ne kadar uzun olacağıyla da alakalı olarak bunun sonuçlarını gözlemlemeyi dört gözle bekliyorum. Okulu özlemesem de kafamda ara ara seneye okulun ilk gününü hayal ediyorum. Kardeşlerimle bol bol vakit geçiriyorum. İkisi de çok tatlı çocuklarmış, inanılmaz büyümüşler. Artık esprilerine gülebiliyorum. Şimdiye kadar iki kere mutfağa girdim. Birini yakmış olmam iki kere kurabiye yapmış olduğum gerçeğini değiştirmiyorsa naçizane iki kere kurabiye yaptım. Ama ne olursa olsun henüz bu sürecin en bomba olayı evde saçımı kardeşime kestirmem oldu. Kırıklarını bile alamayan ben geçtim çocuğun önüne “3 parmak olsun ablacım.” dedim. Sonuç gayet hoşum gitti bu arada. Kardeşim okulu bıraktı kuaför olacak artık demeyeceğim ama havaya girmediğini de söyleyemem. Bir süre de evin içinde bununla uğraştık. Sonra ailecek birbirimze küçük quizler yaptık. Önce annem ve babam kardeşlerime ve bana sordular. Sonra da ben ve kardeşlerim anne ve babamıza sorduk. Birbirimizi daha iyi tanımak amacıyla çıktığımız bu yolda cevaplardaki uçuruma bakıp hayret ettik. Hatta o kadar ki bizim hazırladığımız sorulardan biri “Yarın bir maskeli balo olsa kim olarak katılırdın?” gibi bir soruydu. Annem küçük kardeşim için Nasreddin Hoca demiş. Doğru cevap ise Hitler. Yani neremizle güleceğimizi şaşırdık. Paralel evrenlerde bile aynı kişi olamayacak bu iki kişiyi aynı context’de görmek cidden biraz ağır geldi. Ara ara aklıma geldikçe hala gülüyorum. Tabi sürekli eğlenmiyoruz. 7/24 beraber olduğumuz için ev bazen küçük bir Survivor adasına dönüşüyor. Bakıyorum bazen birileri gizli odalarda fısır fısır kulis yapıyor. Yok neymiş zaten kurabiyeleri yakmışım da en çok interneti ben kullanıyormuşum da ondan yavaşlıyormuş. Dokunulmazlığı bir kazanayım ben kimi yazacağımı çok iyi biliyorum. Göndereceğiz seni adadan. Neyse böyle küçük olaylar yaşasak da adamıza genel olarak sevgi ve hoşgörü hakim. Sağlıkla bu süreci tamamlayıp normal yaşımıza dönmek için gün sayıyoruz. Umarım bu yazıyı okuyan sen de hiçbir hasar almadan atlatırsın sevgili okuyucum.

Evet gelelim bu yazının asıl olayına. Malum ay sonu geldi ve benim bir bu ay yaptıklarım yazısı yazmam gerekiyor. Baştan söyleyeyim cidden pek verimli bir ay olmadı, beklentinizi düşürün. Ayy Ranacım bu yüzden mi lafı o kadar uzattın dediyseniz içinizden hakkınız, diyebilirsiniz. Yatma kalkma saatlerimi düzene sokunca güzel bir geri dönüş yapacağım. O zaman Rana is back olacak, şimdi değil. Evet bakalım neler yapmışız. Bir de bu ay not almadım umarım unuttuğum kalmaz.

KİTAP/ ÇİZGİ ROMAN

1.      KADINLIĞIMIN HİKAYESİ: Kitap feminizmin teorisyeni Simone de Beauvoir’nın yaşamı üzerine diğer bütün sansasyonel kitaplarından ve ilişkilerinden sonra yazdığı bir eser. Kitaba büyük bir heyecan ve beklenti içinde başlamıştım fakat beklentimin karşılığını alamadım. Ben daha çok Simone’u kadınlık üzerine düşünmeye iten sebepleri okumayı umarken kitap ya Sartre ile ilişkisinden ya Avrupa’da Nazizmin yükselişinden ya da İspanya İç Savaşı’ndan bahsediyordu. Sadece ilk ve son bölümde kadınlığa biraz değinmesi beni oldukça üzdü. Bu mu yani Simone, geleceğin kadınlarına söylemek istediğin bu kadar mı diyesi geliyor insanın kitabın birçok yerinde. Şahsen ben Sartre ile geçirdiği Fas tatilindense siyasi olarak bu kadar çalkantılı bir dönemde bir kadının kadın hareketlerini nasıl yönlendirdiğini okumayı tercih ederdim. Bu sebeple kitap Simone’un Sartre’nin gölgesinde kaldığı tezini doğruluyor gibi geldi bana.  Fakat tabi ki bir felsefeci olarak dünyanın bu kadar hareketli olduğu bir dönemde siyasi olaylardan ellerini ayaklarını çekmemeleri oldukça takdire şayan. Kitapta dikkat çeken bir diğer nokta ise bu ikilinin ilişkileri. İkisinin de çokeşli yaşadığını bilsem de arkasındaki düşünceyi bilmiyordum. Bunu Sartre şöyle açıklıyor “Bizim aramızdaki bağlantı aşkın gerekli olanıdır, fakat ikimize de başka küçük aşklar gerek.”. Farklı ilişkiler gördükçe benim de ideal ilişki tanımım çok ya da az değişiyor. Simone- Sartre ilişkisi de bildiğimiz anlamdaki ilişkilerden oldukça farklı olduğundan üzerine düşünmek gerekiyor diye düşünüyorum.


2.      SANDIK İÇİ: Buna sanırım daha önce başladığımı yazmıştım. Bu ay bitirdim. Ersin Karabulut’un Penguen’deki köşesinin derlemesi, çizgi öykü şeklinde. Ben inanılmaz beğendim. Ve şunu fark ettim mizah anlayışıma bayağı etkisi oldu. Kurduğum cümleler vs ona doğru kaymaya başladı. Elimdeki çizgi romanlar bittiğinde ikisini ve üçünü de okumayı düşünüyorum. Fakat şu var ki öyle hemen ele alınıp bitecek cinsten değil, başucuna koyup ara ara çizgi roman/ çizgi öykü istenince okunacak tarzda. Çizimleri de sadece siyah beyaz olduğu için göz yoruyor. Fakat yine de kesinlikle okunmalı, oldukça keyifli.


3.      TUŞ: Biricik Gayişkom’un biricik 8 Mart hediyesi de mart ayında okuduğum çizgi romanlardan biriydi. Konusu corona gündemine çok yakın. Bir gün bir anda şehrin muhtelif yerlerinde ne olduğu bilinmeyen tuşlar beliriyor. Bazı insanlar basıyor bazıları basmıyor. Basanlardan bazıları pişman oluyor bazıları olmuyor -bu hususta daha fazla bilgi vermedim siz de okumak istersiniz diye-. Sonuçta bu tuşların akıbeti çözülemediğinden insanlar evlerinden çıkamıyorlar. Karakterlerimiz bu sırada biraz hayatın anlamını düşünüyor, felsefe yapıyorlar ve final böyle bağlanıyor. Kuşe kağıttan çizgi roman okumanın farkına vardım, cidden çok kaliteli geliyor. Çizimler de oldukça güzeldi. Özellikle karakterin kendisi çizimiyle de, dünyanın sonu geldi havasındaki bir ortama uzun süre maruz kalmasıyla da bana bu sosyal mesafe süreci uzarsa ne olur oldukça fikir verdi. Bir kere daha teşekkürler Gayişkom, hayatıma farklı farklı birçok güzellik kattığın için. Kadınlar günümüz kutlu olsun.


4.      PARİS- BEYRUT MUTLULUK HATTI: Bu kitaplara tür olarak ne dendiğini bilmiyorum, bilen varsa lütfen beni de aydınlatsın. Dilan Bozyel’in evini aramak için dünya şehirlerini gezerken çektiği fotoğraflardan ve küçük notlarından oluşan bir kitap kendisi. İçinde çok güzel fotoğraflar da var, bana ve fotoğraf anlayışıma göre pek sanatsal değeri olmayan fotoğraflar da. Notlar da öyle. Bazıları inanılmaz klişe. Kitaplığımda olacağı için mutluyum, görüp de alamasam içimde kalırdı fakat isminin beni mutlu ettiği kadar içeriği etmedi. Sorry Dilan Bozyel:(


5.      İKİ ŞEHRİN HİKAYESİ: Sanayi Devrimi’ne değiniyor diye bu ayın başında başladım, hala bitmedi. Kuramsal kitapların değeri bir kere daha anlaşıldı benim açımdan. Bitirince yazarım yeniden.


FİLM/DİZİ

1.      NEREDESİN FİRUZE: Kendisi benim en sevdiğim filmdir. Kaçıncı kere izlediğimi bilmiyorum, yeri bayağı ayrı. Bu sebeple kısacık yazmak istemiyorum. Özcan Deniz’i bile hayranlıkla izletiyor işte, daha ne olsun.


2.      Büşra: Bu ay izleyip de en etkilendiğim film bu oldu. Filmi keşfetme hikayem şöyle: kendime yeni çizgi romanlar arıyordum ve Büşra diye bir çizgi roman buldum. Konusu vs oldukça ilgimi çekti fakat basımı olmadığından büyük ihtimalle hiçbir yerde bulamadım. Sonra bu çizgi romanın filminin yapıldığını öğrendim hatta çizer de senaristiydi. Bu benim için önemliydi çünkü aslına sadık değilse izlemeyecektim. 2 saat olsa da başına geçtim ve inanılmaz zevk aldım. Film Büşra adında muhafazakar bir ailenin kapalı bir kızının farklı dünya görüşlerine sahip insanlar karşısındaki tutumlarını anlatıyor diyebiliriz. Oldukça suya sabuna dokunan bir film ve bu beni inanılmaz mutlu etti. Bence muhakkak izleyin, oldukça şaşıracaksınız. Bir de filmde Hz. Muhammet’e atfedilen bir söz var. “İnsanlar annelerinden babalarından ziyade dönemlerine benzerler.” diye doğru bir atıf mı bilmesem de çok beğendim. Bundan sonra kullanacağım.


3.      VALERİE AND HER WEEK OF WONDERS: Bu ay izlediğim en garip film de buydu. Film 1970 Çek yapımı. Bu yüzden hepimizin film izlediği hdfilmcehennemi, 1080pizle, tamizle vs vs gibi sitelerde bulmak mümkün değil. Bu konuda bana Erdem yardımcı oldu, sağolsun. Filmi kendi çekse daha hızlı atamazdı. Film 13 yaşında bir kız olan Valerie’nin regl olmasıyla başlayan maceralarını anlatıyor. Pek kolay bir film değil, oldukça metaforu var. Modern zaman Alice’i denmiş bazı yerlerde; oldukça haklı çünkü vampirler de var, tacizci din adamları da, komünizm eleştirisi de. Yapım yılına rağmen kamera açıları, teknikler, filmin renkleri hiç de eski gibi değil. Bu da bence Çek sinemasının başarısı.


4.      THEY LİVE: Film, iş bulmak için büyük bir şehre gelen kahramanımızın inşaatte çalışırken tesadüfen karşılaştığı garip olayları takip etmesi ile herkes gibi gördüğü şeylerin gerçeği ile yüzleşmesini konu alıyor. Spoliler’a kaymaması için burada bıraktım ama konu açısından bence bayağı iyi bir film. Fakat konusu çok iyi olmasına rağmen muhtemelen döneminin imkanları el vermediğinden konusunun yükselttiği beklentiyi karşılayan bir film olmamış. Yine de güzel bir sistem eleştirisi keyifli, izlenir. Bir de şu gördüğümüz şeylerin aslında gördüğümüz gibi olmaması durumu bana Black Mirror’ın Men Against Fire bölümünü hatırlattı. Hatırlarsanız bu bölüm hakkında da bir yazı yazmıştım. Bir kere daha okumak isterseniz blogumda bulabilirsiniz.


5.       CUBE: Kendi irademle izlediğim nadir gerilim filmlerinden biri oldu ama sandığım kadar gerilmedim, bu yüzden mutluyum. Film birbirlerinden oldukça farklı insanların ne olduklarını bile tam bilemedikleri tuzaklarla dolu bir küpün içinden çıkma maceralarını anlatıyor. Bu kişiler toplumun bambaşka kesimlerinden geldiklerinden diyaloglardan politika akıyor. Bu yönüyle bana Tolga Karaçelik’in Sarmaşık filmini anımsattı. Onu inanılmaz sevmiştim, bunu o kadar da sevmedim. Devam filmleri varmış, izlemeyeceğim.

-spoiler-

Filmin en sevdiğim yanı son kalanın Kazan olmasıydı.

-spoiler-

6.      JOJO RABİT: WW2 filmi izlemeyeli uzun zaman olmuştu, Oscar almasına hiç şaşırmadım. Bence çok başarılı bir filmdi. Bir çocuğun gözünden dönemi anlatması bana Persepolis’i hatırlattı (Rana nolur artık bir filmi başka bir filmle match etme). Hayali arkadaş, aileden birilerinin savaş karşıtı olması vs cidden çok fazla benzerlik var.


7.      FEUCHTGEBİETE: Genç bir kızın hemoroid ameliyatını, travmalarını, cinsel yaşamını, ailevi sorunlarını, arkadaşlık ilişkilerini hijyen sınırlarını aşırı aşırı zorlayarak anlatan Alman yapımı bir film. Efsane bir tampon sahnesi var. Oraya kadar gelebildiyseniz bana yazın.


8.      ŞAHSİYET: Şahsiyet’i aslında sömestrda izlemeyi düşünüyordum fakat o dönem yetiştiremedim. Bu dönem okullar komple tatil olunca bunu bir işaret olarak aldım ve diziye başladım. Genel olarak oldukça beğendim. Sahneler çoğu zaman çok estetikti. Haluk Bilginer’in yalnız sahnelerine zaten bayıldım. Hakan Günday’ı pek özlememişim ama :) Cansu Dere’nin oyunculuğu normalde mi kötü yoksa Haluk Bilginer’in yanında, ister istemez onunla karşılaştırılınca mı kötü anlayamadım ama bence biraz sönüktü. Müjde Ar’ı ilk defa fahişe rolünde görmedik diye sevinirken bu sefer de fahişe derler korkusunun ağır bastığını gördük. Finale yaklaşılırken hukuk ve adalet kavram ayrılığına değinilmesi hoş olsa da yine de herkesin kendi adaletini yaratamayacağı gerçeğini unutmamak gerekir diye düşünüyorum. Benim en sevdiğim karakter Ateş oldu. Bence en gerçek karakter de oydu. Bir de ben Hakan Günday’dan Deva’nın açtığı bu web sitesini linç kültürüne bağlamasını bekliyordum. Yapmadı öyle bir şey, şaşırdım. Genel olarak bence ilk 6 bölüm biraz sıkıcı, son 6 bölüm keyifliydi. Uzun süre dizi izlemeyeceğimin garantisini buradan veriyorum.

MÜZİK

1.      BU NE BİÇİM HİKAYE BÖYLE- MAHZAR ALANSON: Her Şey Çok Güzel Olacak’ın müziklerinden biri. Ben severek bol bol dinledim bu ay, sizin de severek dinleyeceğinizi düşünüyorum.

2.      CARLOS PRİMERO- OPEZ: Spotify’da “kış yaklaşırken” diye bir çalma listesine eklemişim bunu. Bırakmıyor şu şiir peşimizi.

3.      SEDUCTİON- RENE AUBRY: sweet piano:)

Yaşlandığımızda etrafımızdakilere bol bol anlatacağımız şu günleri umarım çabucak atlatırız. En sevdiğim ayı evde geçirmek inanılmaz can sıksa da bunu kendime yeni beceriler katmak için bir fırsat olarak görmeye çalışacağım. Dışarı çıkmayı ve pizza yemeyi çok özledim. Herkese güzel bir nisan diliyorum. 

Yorumlar

Popüler Yayınlar